2 Kasım 2012 Cuma

EBCED VE CİFİR HESABININ KAYNAKLARI DOSYAMIZ

EBCED VE CİFİR HESABININ KAYNAKLARI DOSYAMIZ


EBCED VE CİFİR HESABININ KAYNAKLARI
TAKDİM
“Eğer hilali göremiyorsan, bari onu gözleriyle gören bir kısım zevata teslimiyette bulun”
Sahabe ve Tabi’in devrinden günümüze kadar geçen zaman dilimleri içinde cifir ve ebced ile meşgul olmuş birçok İslâm âlimi vardır. Bunların eserleri hep belirli seviyede olanlara mahsus kalmıştır. Bize göre bunun başlıca iki sebebi vardır.
1-Bunlar herkesin bilmesi gerekli olan şeylerden değildir.
2-Bunlar genellikle remizler ve işaretlerle ifade edildiğinden herkesin kolayca anlayabileceği kadar açık değildir. Ancak müceddid-i ekberin Kur’an ve hadisten ve bazı kibar evliyaullahın sözlerinden çıkardığı işaretleri bunlardan istisna tutmak gerekir. Çünkü bu işaretler herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek durumdadır.
Şimdi biz burada cifir ve ebcedin mahiyeti, kaynağı, İslami dayanağı, bu yol ile yapılan istihraçlar ve bunların Hurufilikle ilgisi üzerinde kısaca duracağız; sonra da Kur’an’ın işaretleri hakkında genel bilgi sunmaya çalışacağız.
EBCED VE CİFİR:
Ebced sistemini meydana getiren kelimelerdeki harflerin alfabede bir sıra değeri vardır. Yani her harf bir rakama karşılıktır. Bu durumdan faydalanılarak yapılan işlemlere ebced hesabı veya hesab-ı cümmel adı verilir.
CİFİR:
Gaybi olan bazı gerçekleri bir takım ipuçları ve emarelere dayanılarak çıkarılmasını sağlayan ve ebcedle de ilgisi bulunan bir ilimdir.
CİFİR VE EBCEDİN KAYNAĞI:
Ebcedin kaynağı hakkında birçok rivayetler vardır. Biz burada bunların üzerinde durup sözü uzatmaya gerek görmüyoruz. Arzu edenler (Türk İslâm Kültüründe Ebced Hesabı Ve Tarih Düşürme ) adlı kitaba başvurabilirler.
Yalnız şu kadarını kaydedelim ki, aşağı-yukarı dünyada her alfabede bulunan harflerin birer rakam olarak kullanıldığı veya her harfin bir sayıya karşılık olduğu bilinen bir gerçektir. İbrani ve Süryani alfabelerinde alfabe düzenini meydana getiren sekiz kelimenin altısı yani ( karaşet ) nin sonuna kadar olan harf düzeni görülmektedir. Bu harflerin sayı karşılıkları (1) den (9) a , (10) dan (90) a, (90) dan (1000) e doğru giden bir düzen içindedir. Ve (400) e kadardır. Bazı kaynaklara göre hesab-ı cümmelin aslı Süryani dilinden alınmıştır. Bunlar (ebced) in kelimelerini haftanın günlerine isim olarak vermişler ve Cumartesi gününe (ebced) , Pazar’a (hevvez) , Pazartesi gününe (hutti) , Salı’ya (kelemen) , Çarşamba’ya (sa’fes) , Perşembe’ye (karaşet) , Cuma’ya (arube) derlerdi.
Bu kelimeler onların kullandığı harfleri bir araya getirecek şekilde ortaya konmuştu. Araplarda bunları Süryanilerden almışlar, fakat Süryani dilinde bulunmayıp kendi dillerinde bulunan harfleri bir araya getiren iki kelime daha ilave etmişlerdir ki; bunlar da (sehaz) ile (dazığ) dir. Araplar bu harflere verilen sayılarda Süryanilere uymuşlar ve ilave ettikleri kendi özel harflerinin sayı değerlerini, her birini bir önceki harfe göre, yüzer sayı artırmışlardır. Buna göre sırasıyla (t=500) , (hı=600) , (zel=700) , (dad=800) , (zı=900) ve (ğayn=1000) olmuştur.
Araplar bugünkü alfabelerinde ise şeklen birbirine benzeyen harfleri yan yana getirerek ebced düzenini değiştirmişler ancak harflerin rakam gibi kullanılmasında yine ebced düzenimdeki sıraya uymuşlardır.
Ebced hesabı birçok alanlarda kullanılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür.
1-Günlük ihtiyaç ve haberleşmelerde bir şifre olarak
2-İsim sembolü olarak
3-Çocuğa isim vermede
4-Kitap ve makalelerde sahife ve bölüm düzenlemelerinde, madde başlıklarında
5-Resmi devlet kayıtlarında
6-Tarih düşürmede
7-Matematik, fizik ve astronomi gibi fen bilimlerinde, dini, tasavvufi ilimlerle cifirde ebced hesabı kullanılmıştır.

Cifrin de birçok yönü ve kullanma sahası vardır. Burada bizi ilgilendiren, ebced harflerinin sayı değerlerine göre bazı ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin gaybi sırlarını istihrac etme (bulup çıkarma) cihetidir.
Usul-ü fıkıhta açıklandığına göre, Kur’an-ı Kerim lafzıyla ve manasıyla Allah’a ait olan yüce bir nazmdır. Ve Allah Resulünden bize tevatüren (yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok kişi tarafından) nakil edilmiştir. Bu itibarla Kur’an ayetlerinin Allah’a ait oluşu kesindir. Bunlara ne bir harf ilave edilebilir, ne bunlardan bir harf çıkarılabilir, ne de yerleri değiştirilebilir.
Hadis-i şeriflere gelince, bir defa hadislerin sıhhat dereceleri farklıdır. Ve birçok hadisin çeşitli rivayet şekilleri olduğu gibi, bir defa hadislerin sıhhat dereceleri farklıdır. Ve birçok hadisin çeşitli rivayet şekilleri olduğu gibi, bazı şartlara bağlı olarak, yalnız manasıyla rivayet edilmiş (hadis-i bi’l-mana) olanları da vardır.
Yukarıda ebcedin tarih düşürmede kullanıldığını ifade etmiştik. Bunu aynı metodu kullanarak Kur’an’dan yapılan istihraçlarla karıştırmamak lazımdır. Çünkü ebced ile tarih düşürmede belli kalıpların içinde kalma mecburiyeti yoktur. Yani bir kelime veya cümle istenilen sayıyı vermiyorsa onun yerine başka bir kelime veya cümle tercih edilebilir. O da olmuyorsa bir başkasına geçilebilir. Ama Kur’an ayetlerinin verdiği sayılarda böyle serbest hareket etme imkânı yoktur. Diğer bir ifade ile tarih düşürmede istenilen sayı önceden bellidir. Hangi cümle bu sayıyı veriyorsa onu kullanır ve maksadımıza ulaşabiliriz. Hâlbuki Kur’an’dan yapılan istihraçlarda önceden belli olan bir sayı yoktur. İlahi kelimelerin ve cümlelerin bir hadiseye işaret etmesini sağlamak için zorlanmaları mümkün değildir. Yani Kur’an’ın bu işaretlerinde sun’iliğe yer yoktur. Beşeri bir müdahale olmadan ortaya çıkan bu işaretler doğrudan doğruya Kur’an’a aittir, Kur’an’ın malıdır.
Cifir ve ebced, İslâm’dan kaynaklanan bir ilim olmamakla beraber, İslâm onu red ve inkâr da etmemiştir. İslâm’dan önce var olup da onun reddetmediği şeyler bâtıl sayılamaz. Kaynağı itibariyle İslâmi olmayan ebced ve cifire imam-ı Ali (R.A) , Cafer-i Sadık (R.A) , Beyazıd-ı Bistami (K.S) , Muhyiddin-i Arabi (K.S) , Said-i Nursi (R.A) ve benzeri birçok âlimler ve yüksek tasavvuf erbabı tarafından İslami bir hüviyet kazandırılmış veya İslami bir elbise giydirilmiştir. Ebced ve cifir bir takım şarlatanlar (halkı aldatanlar) tarafından da kullanılmıştır. Fakat bu durum onun değersizliğine delil olamaz. Bilakis onların her şeyi çirkin maksatlarına alet ettiklerini gösterir.
Bazı İslam âlimleri ebced ve cifri bir ilim olarak kabul etmemişlerdir. Bu kısmın özellikle son devirlerde göze çarpan simaları ise daha çok felsefi cereyanlara açık, kuru aklı ön planda tutan ve Avrupa hayranı olmakla tanınan zatlardır. Kuru akla dayanıp ta samedani lütufların esintilerini alamayanların bu gibi ilimleri inkâr etmeleri gayet tabiidir.
Cifir ilmini inkâr edenler diyorlar ki: “ bir kimse ileride olabilecek bir çok şeyden haber verse hiç şüphe yok ki haber verdiği şeylerin bir kısmı söylediği gibi çıkar.” Biz de diyoruz ki: bunu iddia edenler de ileride meydana gelebilecek birçok şeyden haber versinler de bunlardan bir kısmı haber verdikleri gibi çıksın. Mesela: Muhyiddin-i İbn-i Arabi hazretlerinin söylediği (sin), (şın) ın içine girdiği zaman Muhyiddin’in kabri meydana çıkar(1) şeklinde bir söz söylesinler!
Ve yine Mücedid-i Ekberin (yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm âlâma)(2) diyerek kırk yıl önce kendi ölüm tarihini haber verdiği gibi , onlar da ölecekleri tarihi haber versinler de haber verdikleri gibi çıksın!..
Hatta değil gelecek olaylardan haber vermek, geçmiş hadiseler üzerindeki işaretleri -Risale-i Nur’da görüldüğü şekilde- tahlil edip göstersinler! Hatta biz nasıl Müceddid-i Ekber veya onun muarızlarına karşı Kur’an’ın işaretlerini tesbit edip göstermiş isek onlar da sevdikleri ve beğendikleri hakkında Kur’an’ın medih ve senasını veya bizim bulduğumuz işaretlerin tersini bulup göstersinler!
Tesbit edilen işaretler birkaç taneden ibaret olsa veya bunlarda ayetin manasıyla işaret ettiği zat veya hadise arasında bir veya birçok münasebet bağları bulunmasa idi belki itiraza vesile olabilir, hatta inkâra açık bir yol bulunabilirdi. Fakat bu işaretler ve münasebetler o kadar çok ki, bunları toptan yok saymayı veya kör tesadüfe bağlamayı insan aklı kabul edemiyor. Müceddid-i Ekberin ifade ettiği gibi , “aslında tesadüf diye birşey yoktur. Her şeyde bir hikmet, bir sır ve bir mana vardır. O ince münasebet ve ilgilerin manaları var. İşte biz bu manaları açıkça bilmediğimiz için bunlar hakkında “tesadüf” tabirini
kullanıyoruz.”(3)
Kendilerinde akıl ve felsefenin hâkim olduğu ilim erbabı keşif ve istihraç yoluyla elde edilen şeylerin çoğu zaman herkesin rahatlıkla bileceği kadar açık olmadığını söylüyor veya hadiselerin beklenildiği şekilde çıkmadığını görünce hemen inkar yoluna sapıyorlar… Şu hususun bilinmesi gerektir ki, bu gibi şeylerin çoğu bazı şartlara bağlı olarak meydana gelir. Bu şartlar eksik olursa onlarda meydana gelmez. Hem bunlar bazen tabir, bazen de tevil isterler. Çünkü Allah dostlarının keşif ve istihraçlarında bazen bir nokta bir dağ kadar büyük, bazen de bir dağ bir nokta kadar küçük, bazen hususi bir şeyi umumi, umumi olan bir şeyi de hususi gibi görünebilir. Bunun böyle olması da gereklidir. Çünkü kâinatta mutlak hâkim Allah’ın emir ve iradesidir.
Genel olarak zahirperestlerin en güçlü dayanakları inkârdır. Akıllarına uymayan hususlarda bunların başka bir mana taşıması ihtimalini bile göz önüne almadan hemen inkâr yoluna saparlar. Hâlbuki inkâr bir ilim yolu değildir. İnkâr etmekle hiçbir şey ispat edilmiş olmaz. İsbat ise bir ilim yoludur. Davasını isbat eden kolaylıkla maksadına ulaşır.
Bir de aşağıda misalini arz edeceğimiz şekilde Rafizilerin(4) harfleri istedikleri gibi düzene koyarak manalandırdıklarını gören bu zahir perestler diyorlar ki: “Bu harflerle iman üzerine delil getirilebildiği gibi küfür üzerine de delil getirilebilir. Bunlar bazen iyi ve güzeli elde etme, bazen de elden kaçırmaya işaret olabilir. Meselâ: Allâme Alusi’nin (elif-lâm-mim) in tefsirinde kaydettiğine göre, bir kısım Rafiziler surelerin başlarında bulunan (elif-lâm-mim/elif-lâm-râ ve hâ-mim) gibi harflerin tekrar edilenlerini çıkardıktan sonra geriye kalan ondört harf ile (Ali’nin yolu haktır, biz de sıkı sıkıya ona bağlı kalırız) cümlesini çıkarmışlar ve bu düzme cümle ile –hâşâ- Hazret-i Ali’nin risalete Hazret-i Muhammed (S.A.V) den daha layık olduğuna delil getirmeye çalışmışlardır. Şiilerin mu’tedil (ılımlı) olanları ise bu uydurma cümle ile Hazret-i Ali’nin peygamberliğine değil, hilâfete daha lâyık olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Ehl-i sünnetin bunlara karşı bu harfleri aynen kullanarak kendilerine uygun cümleler düzenlemeleri mümkündür. Meselâ: Aynı harfleri kullanarak –(Ehl-i sünnetin izlediği yol doğrudur.) cümlesi gibi.
Ama şunu kesin olarak ifade edelim ki; ehl-i sünnetin gittikleri yolun doğruluğunu isbat için böyle cümleler uydurmaya hiç ihtiyaçları yoktur. Onun için onlar böyle sakim ve çürük yollara hiçbir zaman başvurmamışlardır.
Hurufilik-ebced ve cifir = Ebced ve cifir ile Hurufilik arasında kesinlikle herhangi bir bağlantı ve bir münasebet yoktur. Ancak bazılarında görünüşe aldanarak cehaletin verdiği bir vehim ve benzerlik kurma gayreti vardır.
Cifir (doğrusu: cefr’dir) Başta İmam-ı Ali (R.A)’a ve sonra da Cafer-i Sadık Hazretlerine dayanmaktadır. Birçok İslam âlimi de cifir ve ebced ile meşgul olmuş ve bu vasıta ile bazı gaybi hakikatlar ve sırlar istihraç etmişlerdir. Ama hiçbir ehl-i sünnet âlimi bu vasıta ile hüküm çıkarma yoluna gitmemiştir. Çünkü bu yol ile Kur’an ve hadisden hüküm çıkarmak bir sapıklığın ifadesidir.İşte Hurufilik böyle sapık bir düşüncenin mahsulüdür.
Burada Hurufiliğin ne olduğu, hangi düşüncelere sahip bulunduğu üzerinde durmak gerekir. Böylece ehil olanların Kur’an ve hadisten yaptıkları istihraçların Hurufilikle bir alakasının olmadığı açıkça ortaya çıksın.
Hurufilik hiçbir dayanağı olmayan, tamamen sübjektif iddialar taşıyan ve hayali hakikat gibi göstermeye çalışan müfrit Şii ve Batıni bir akımdır. Kurucusu, Şiilerin en müfrit kollarından Karmati ve İsmaililerden olanFazlullah Hurufi(1340–1394) yılları arasında yaşamıştır. Fazlullah gizli dini talimatlarını harflere rakamlar vererek meydana getirmiştir. Rüya yoluyla gerçeği bulduğuna inanan Fazlullah ayet ve hadisleri saçma sapan ve batıl tevillerle açıklamaya çalışmış, hiçbir resule vahiy ve ilham yoluyla açıklanmayan hakikat ve sırların kendisine rüyada aşikar bir şekilde gösterildiğini iddia etmiş, Kur’an-ı Kerim’deki mukattaa harflerinin sırlarını çözdüğünü ileri sürmüş, daha sonra bu harflerin özelliklerini göz önünde bulundurarak Hurufilerce Kur’an’ın bir çeşit tefsiri sayılan (Cavidannâme) sini yazmıştır… Ve yine gördüğü bir rüyaya dayanarak nübüvvetle velayetin kendisinde zuhur ettiğini iddia etmiş ve bu yüzden Tebriz uleması tarafından tekfir edilmişti.


Fazlullah Hurufi, Damgan’da gördüğü bir rüya üzerine Timur’u (Ayin-i Cedid) adını verdiği görüşlerine davet etmiş, ancak Semerkand âlimleri ve fakihleri ile bir toplantı yapan Timur, bunlardan aldığı fetvaya dayanarak onun idamına karar vermiş ve Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalanan Fazlullah Alıncak Kalesine hapis edilip, muhakeme edildikten sonra (M.1394/H. 796) tarihinde bu kalede boynu vurulmak suretiyle idam edilmiştir.
Fazlullah’ın Ali el-Ala adıyla anılan halifesi (vefatı M.1419/H.822) Fazlullah’ın öldürülmesi ve Hurufiliğin İran’da Timurlular döneminde sıkı takibata uğramasından sonra kaçarak Şam üzerinden Anadolu’ya geçti. Anadolu’da mensubu bulunduğu Hurufilik fırkasının inancını yaymak kasdıyla Fazlullah Hurufinin Cavidannâmesini esas alarak (Tevhidname) ve (Kıyametname) adlı manzum iki kitap yazdı. Anadolu’da çeşitli yerlere seyahatler yaparak Hurufi inancını yaymaya çalıştı. Anadolu’da bulunduğu yıllarda bir müddet kaldığı Hacı Bektaş Tekyesinde Tekye mensuplarına Cavidannâme ve Hurufî inancını Hacı Bektaş-ı Veli Tarikatı olarak tanıttı. Hatta Cavidannâme’de yer alan ve ilahi emirleri Hurufîlik inancına uygun bir şekilde yorumlayan bölümleri dervişlere sır olarak öğretti ve bunları gizli tutmalarını istedi. Uzun bir müddet Anadolu’da kaldıktan sonra İran’a döndü. Ve Nahçıvan yakınlarındaki Alıncak’ta öldü.
Fazlullah Hurufî, Batıni inançların kök saldığı İran’da fikirlerini Batıni metodlar üzerine kurmuştur. Fakat asıl maksadının İslam kültür ve medeniyetinin İran’daki tesirini kırmak olduğu ileri sürülmektedir. Bu temel fikir, Fazlullah’tan ayrılarak, Hurufîliğin bir şubesi durumunda olan Noktaviye’yi kuran Mahmut Merdud (Matrud) da (vefatı H.1327/M.831) daha açık bir şekilde kendini göstermektedir.
Hurufîliğe göre harfler, harflerin şekilleri, sayıları, birbiriyle olan uyumları veya uyumsuzlukları dinin yalnız sırlı kemalinden değil, belki usul ve esasından sayılmıştır. Hurufîlikte Hulûl inancı, şirk ve ilhad vardır. Kâinatın ebedi olduğunu ve ebediyen hareket edeceğini iddia ederler. Dini toplantılarında şarap içer ve yaptıkları hataları baba adını verdikleri şeyhlerinin huzurunda itiraf ederler.
Fazlullah, harflerin değerini ve sayılarla olan münasebetini Batınîlerin te’vil metotlarıyla belirleyerek dini emir ve mükellefiyetleri arab ve fars alfabelerindeki harflere irca etmiştir. Kur’an dili olan Arapça da 28, Farsçada 32 harf vardır. Farsçadaki 4 fazla harfin (p, ç, j, g) yerine Arapçada (lam-elif) bulunmaktadır. Bu harf okunduğu gibi yazılırsa 4 harf eder. Yani (lam-elif/elif-lam-fe) tekrarlar çıkarılınca geriye (lam, elif, mim, fe) kalır. İnsanın yüzünde iki kaş, dört kirpik ve saçdan ibaret yedi siyah hat mevcuttur. İnsan bu yedi hat ile doğduğu için bunlara (hutut-u ümmiye;  anne hatları) denir. Bunlar hal ve mahal yani hatlar ve yerleri bakımından hesaplanınca dört sayısına ulaşır. Erkekte mükellefiyet (ergenlik) çağında beliren yedi hat daha vardır. Bu hatlar yüzün sağ ve sol yanlarında iki bıyık, iki sakal, iki burun hattı bir de dudak altındaki hattan meydana gelir. Bunlara da (hutut-u ebiyye= baba hatlar) denir. Bu hatlar da hal ve mahal itibariyle toplanınca ondört sayısı elde edilir. Böylece anne ve baba hatlarının toplamı yirmisekize ulaşır. Bu sayı ise Kur’an’ın yirmisekiz harfine tekabül eder. Saç ve dudak altındaki hatların ortadan ikiye ayrılmasıyla elde edilen dört hat, yirmisekize eklenince anne ve baba hatlarının toplam sayısı hal ve mahal itibariyle otuzikiye ulaşmış olurki bu sayı Cavidannâmenin yazıldığı otuziki harfe karşılıktır.
Fatiha suresi, Kur’an’ın özüdür. Ve yedi ayettir. Yedi de adı vardır. Bu sure yüzdeki yedi anne hattına karşılıktır. Ve Fatiha okunduktan sonra ilk yüze sürülmesi buna işarettir. “amin” denilirse sure sekiz ayet olur. Sünnet uyarınca saçta ortadan ikiye ayrılırsa baba hatları sekiz olur. Fatiha suresinde Arapçadaki yedi harf bulunmadığı gibi, kadının yüzünde de baba hatları yoktur. Bu sebeple Fatiha’ya (ümmü’l-kitap= kitabın annesi) denilmiştir. Kur’an’ın sırrı yirmidokuz surenin başında bulunan mukataa harflerindedir. Bunların toplamı olan dört harften ibarettir. Bu harfler söylendiği gibi yazılırsa sayı onyediye çıkar. Bu onyedi harfe (muhkemat) denir. İnsan günde farz olarak onyedi rekat namaz kılar. Muhkemat buna işarettir. Onyedi harfin dışındaki onbir harfe (müteşabihat) denir. Seferi birinin kıldığı onbir rekat namazda müteşabihat sayısıncadır. Bunların toplamı yirmisekiz eder. Fazlullah böylece bütün dini hükümleri yirmisekiz ve otuziki sayısına tatbik ederek bu harflerin insanda da olduğunu kabul eder.
Bir başka hezeyan örneği de şöyledir: (elif, be, te, se) harflerinin hepsi birbirine benzer. Ancak elif dik, diğerleri yatık olarak yazılır. Elif lider olan akla delildir. Üstünde noktası, altında bir işareti yoktur. (be) delil olan nefsi gösterir. Akıl ile ruhaninin zıddı olan nefis arasında bir derece bulunduğu için (be) nin bir noktası vardır. Nefis, Allah’ın emrine asi imamı olan ve doğru yolu gösteren akla münafıklık ettiği için noktası altına konmuştur… ilh.
Hurufîliğin baştanbaşa saçmalıklardan ibaret olduğunu gösteren bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Ancak temiz fikirleri bulandırmamak için bu iki misal ile iktifa ediyoruz.
Kur’an ayetlerinin işaretlerine gelince: Bunlarda kelime ve cümlelerin yerleri asla değiştirilmemekte, harflere dokunulmamakta ve istenilen işaretlerin elde edilmesi için bunlardan –Rafizilerde olduğu gibi- değişik cümleler uydurma yoluna kesinlikle gidilmemektedir. Bu işaretlerde nazm-ı celilin ruh-u aslisini rencide eden (inciten) bir şey yoktur. Harfler ve kelimeler yerli yerinde kalmakta ve en küçük beşeri bir müdahaleye ve sun’iliğe yer verilmemektedir. Sadece lafızların (kelime ve sözlerin) sayılar diliyle ifadesi vardır. Yalnız bir fark ile ki ilahi nazmın lafızlarından hükümler çıkarıldığı halde aynı lafızlara dayanan sayılardan böyle hükümler çıkarılmak değil, ancak işaretlerin belli noktalar üzerinde toplanmasından sağlam bir kanaate varmak mümkün olmaktadır.
Sonuç olarak diyoruz ki; Kur’an’ın işaretleriyle Rafizilerin oyunlarını birbirine karıştırmamak lazımdır. Hele Hurufîlerin saçma inançları ve batıl metotlarıyla İslam ulemasının Kur’an ve hadislerden çıkardıkları sırlar ve işaretler arasında en küçük bir ilgi ve bir bağ kurulması asla mümkün değildir.
İslam alimleri arasında büyük bir yeri olan Sadettin Taftezani (RH. 1322-1389) Akaid şerhinde diyor ki: “Kesin bir delile aykırı olmadıkça kitap ve sünnetin naslarının zahiri (açık ve bilinen) manalarından başka bir manaya geldikleri ileri sürülmez. Nasların zahiri manalarının değil, Batıni (gizli) manalarının bulunduğu ve kastedilen esas mananın da bu olduğunu ve bu manaları da ancak Muallim adını verdikleri Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini (bazı kaynaklara göre bunlar “muallim” ile İmam Masum’u kastediyorlar) söyleyen Batıniler bu iddialarıyla şeriatı tamamen inkar etmiş ve İslam’dan saparak küfre girmiş olurlar. Bu durum Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan şeyleri inkâr manası taşıdığından doğrudan doğruya bir ilhad ve dinsizliktir.
Fakat bir kısım Allah dostlarının naslarda gizli işaretlerin bulunduğunu bildirmeleri ve bu işaretlerin zahiri manalarla da çatışmaması onların kemale ulaşan imanlarına, halis ve pürüssüz irfanlarına delalet eder.
Allah Resulü (s.a.v) bu noktaya şu hadis-i şerifleriyle işarette bulunmuşlardır; “Kur’anın iki türlü manası vardır. Biri açık, biri kapalı. Kapalı olan manasının içinde –farklı iki rivayete göre- yediye veya yetmişe kadar kapalı mana vardır.”
Buna bir misal, şu hadis-i şeriftir;“İçinde köpek bulunan bir eve (veya bir yere) melekler girmez” İşari manada “kalp” meleklerin indiği karar kıldığı ve izlerinin bulunduğu yerdir; öfke, nefsanî arzular, kin, kıskançlık, kibir, gurur ve kendini beğenme gibi şeyler de havlayan köpeklerdir. Köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer?”(5)
Burada şunu da ifade edelim ki farklı meslek ve meşreplere sahip olan bir kısım âlimler tam ihtisas sahibi olmadıkları bazı sahalarda büyük İslam âlimlerini tenkit ve itirazlarına hedef yapmışlardır. Ebu Hanife ve Şafii gibi ümmetin medar-ı iftiharı olan büyük ilim erbabı bile bundan nasiplerini almışlar, ama tenkit edenlerin gerçeklere tam vakıf olamadıklarından böyle itirazlarda bulundukları bilahare anlaşılmıştır.
Mesela İbn-i Haldun’un mukaddemesinde “İmam-ı Azam hadislerin sahih olma şartlarında aşırı bir titizlik gösterdiği için ona göre sahih olan hadisler onyedi tanedir” diyor ki bu açık yanılma ve bir hatadır. İşte (El-Kavl’ü-fasl) da İmam-ı Azamın rivayet ettiği hadislerin onyedi tane değil, onyedi kitap teşkil ettiği ve bunlardan her birisine “Müsned-i Ebu Hanife” adı verildiği bildiriliyor. Bunları hadis hafızlarından ve hadis ilmi otoritelerinden bir topluluk senetleri ile beraber tahriç etmişlerdir.
Ve yine İmam-ı Gazali’yi takdir eden pek çok alim bulunmakla beraber o büyük alim ve mütefekkire, “dini esaslara uymamış”, “bazı büyük müçtehitlere muhalefet etmiş”, “eski alimlere aykırı yeni bir çığır açmış”, “felsefeyi tenkit etmekle İslam aliminin asırlarca geri kalmasına sebep olmuş” gibi haksız tenkit ve itirazlar yapılmıştır. Bu tenkitleri yapanların arasında sözü hüccet kabul edilecek durumda olan ilim ve fazilet sahipleri de vardır. Bütün bu tenkitlere gereken cevaplar verilmiştir. Mevzumuz İmam-ı Gazali’yi anlatmak olmadığı için burada sözü kısa kesiyor ve şunu demek istiyoruz ki, birçok ilimlerde ihtisas sahibi olan bir kısım âlimler tam bir bilgi ve anlayışa sahip olmadıkları için bazı hususlara itiraz edip karşı çıkmışlardır.
Şunu da belirtelim ki, yalnız zahiri bilgilerin sahibi olanlarla, akılları ve fikirleri hep felsefenin inişli-çıkışlı yollarında gezinen ve her şeyi bu pencereden görmeye alışmış olan, cifirle ilgili hususlara uzaktan bakan veya ruhen bunlara yabancı ve soğuk olanlar buna ehil olanlarla elbette bir ve beraber olamazlar. Sırlar âleminden gelen latif esintileri alamaz ve ruhani tecellilere açılan sahalarda dolaşamazlar.
Ruhu’l-Beyan tefsirinde de bu noktaya şu sözlerle parmak basılmaktadır: “Mukattaa harfleri ve Kur’anın müteşabih(6) ayetlerindeki sırların bir kısmı vasat durumda olanlarda da hâsıl oluyorsa da, esasen bunlar velilerde velayet derecelerinin son noktasına ulaştıktan sonra inkişaf eder. İşin iç yüzünden habersiz, zahiri bilgilerle meşgul olanlar, Kur’anın müteşabih ayetlerinin hakikatlarına vakıf olmaya pek istekli değillerdir. Cenab-ı Hak’tan bizi müşahedeye engel teşkil eden vücudi alakaların tehlikelerinden kurtarmasını niyaz ederiz. (Ruhu’l-Beyan, cilt III /s.5)
Ve yine Celaleddin Suyuti’nin (Tarihü’l-Hulefa)sı (sy./404), Elmalılı Mehmed Hamdi Yazır’ın (“Hak Dini Kur’an Dili”) adındaki tefsiri (5/3802), Ahmet Cevdet Paşa’nın (Kısas-ı Enbiyası (1/76), Ömer Nasuhi Bilmen’in (Tabakatü’l-Müfessirin= Büyük Tefsir Tarihi) (2/502) gibi birçok eserlerin kaydettiği, Endülüslü müfessir Abdüsselam İbn-i Berrecan’ın (Rh.a) 560 yılında yazdığı “El-İrşad Fi Tefsirü’l-Kur’an” adındaki eserinde Kudüs’ün 583 yılında fethedileceğini müjdelediği ve bunun aynen çıktığı (Selahaddin Eyyübitarafından fethedildiği) Ruhü’l-Beyan tefsirinde de kaydediliyor ve devamla: “Büyük alim Saadeddin el- Hamevi (Fi Ednaü’l-Arz) (Rum/3) ayetinden sekizyüz yılında Rumların(7) mağlup olacaklarını çıkardığı ve bu tarihte Timur’un Rumlara(Osmanlılara) karşı zafer kazandığı bildirilerek (3-9 arasındaki sayılar için kullanılan)- Bıd’ kelimesinde, birler veya yüzler itibariyle, hep galibiyet veya mağlubiyet görülmüştür; (Seyağlebün) kelimesinden anlaşılan “Galibun” kelimesinin işaret ettiği gibi bir defasında (1089) yılında Müslümanlar galip gelmişler ve (Ednaü’l-Arz) ın işaret ettiği (1097) de de kâfirler Müslümanları mağlup etmişlerdir” denildikten sonra şu ifadelere yer veriliyor; “Deniliyor ki: Hiçbir hadise yoktur ki, harf ilmi vasıtasıyla, Allahın kitabında ona bir işaret bulunmasın. Fakat bu işaret ancak ehli olana inkişaf eder. Hz. Ali (r.a): “Harf ilmi ilahi bir sırdır ki onu ancak keşif ve tahkik ehli (kendisine ilahi sırlar tecelli eden ve gerçekleri araştırma sıfatına sahip) olanlar anlayabilirler buyurmuştur.”(8)
CİFRİN İSLAMİ DAYANAĞI:
Bir kısım İslam âlimleri Kur’an’daki bazı surelerin başlarında bulunan Huruf-u Mukattaa’nın hesab-ı cümmel ile milletlerin ve toplumların ne kadar devam edeceğini gösteren işaretler olduğunu kabul etmişlerdir. İşte bu, Ebu’l-Aliyye’nin İbn-i Abbas (r.a) dan rivayet edilen bir hadise dayanarak bunu ifade etmiştir. Cifrin başlıca İslami dayanağını teşkil eden bu hadis-i şerifin kısaca meali şudur: Bir gün bir grup Yahudi Resul-i Ekrem (s.a.v) in yanına gelmişlerdi. Allah Rasulu (s.a.v) onlara Bakara suresinin başından birkaç ayet okudular. Bunlar (elif, lam, mim) i, hesab-ı cümmel ile hesap ederek biz, müddeti 71 yıl olan dine nasıl gireriz? Dediler. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm buyurunca Yahudiler, bundan başkada var mı? diye sordular. Allahın Resulu (s.a.v) (elif, lam, mim, sad), (elif, lam, ra) ve (elif, lam, mim, ra) var buyurdular. Bunun üzerine Yahudiler “şimdi mesele zorlaştı, zihinlerimiz karıştı” deyip Resulü Ekrem (s.a.v) huzurundan çıkıp gittiler.(9)
Bu hadisin sıhhatinde herhangi bir söz yoktur. Çünkü bunu Buhari tarihinde kaydetmiş, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatim gibi büyük hadis âlimleri büyük hadis âlimleri ittifakla rivayet etmişlerdir.
Gerçekten bu hadis-i şerif, Kur’anın bazı surelerinin başında bulunan huruf-u mukataanın milletlerin ve insan topluluklarının müddetlerine işaret olduğunu gösterir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) o harfleri yukarıda bildirildiği şekilde, okuması ve Yahudileri bu harflerden çıkardıkları hükümler üzere takrirde bulunup bunları red ve inkâr etmemesi bu mübarek lafızların milletlerin müddetlerine işaret olduğuna oldukça kuvvetli bir delildir.
Bazı âlimler de “bu kelimelerin ebcet hesabıyla milletlerin dünyada kalış müddetlerine işaret için Arapçaya ilhak edilmiş olmaları iddiası doğru değildir. Bunu ispat için yukarıdaki hadiste buna işaret yoktur. Çünkü Yahudilerin (elif, lam, mim) lafzından ebced hesabıyla İslam dininin 71 yıl devam edeceğini çıkarmalarına karşı Allah Resulünün tebessüm buyurması onları bu hükümlerinde takrir ve tasdik etmez, bilakis onların cehaletini belirtir. Yani, Allahın Resulü onların bu sözlerini garip ve tuhaf bulduğu için tebessüm etmiştir” diyorlar.
Meşhur müfessir Kadı Beyzavi de yukarıdaki hadisi naklettikten sonra Ebu’l-Aliye’nin görüşüne katılmıyor ve “Hadiste Huruf-u Mukattaanın Hesab-ı Cümmelde kullanılmasının cevazına delil yoktur, çünkü Allah Resulü (s.a.v) onların cahilane sözlerine gülmüştür” diyor.(10)
Fakat Kadı tefsiri üzerine en önemli haşiyelerden birini yazmış olan Şehzade Merhum, Ebu’l-Aliye’nin görüşünü benimseyerek diyor ki: Ebu’l-Aliye cifrin cevazına Peygamber (a.s.m) gülmesini delil olarak getirmemiş, bilakis Peygamber (s.a.v.) onların sözlerine güldükten sonra hususi bir sıra ile o harfleri okumasını ve onların bu harflerden çıkardıkları manayı takrir ederek red ve inkâr etmemesini bir delil olarak göstermiş ve şöyle demiştir. Şayet onların çıkardığı bu mana yanlış olsa Peygamber (s.a.v.) onlara ne diğer hurufu mukattaayı okur ve nede onların yanlış anlayışları karşısında sessiz kalırdı.
Peygamber (s.a.v.) 1- Onların cahilliklerinden dolayı gülmesi mümkün olduğu gibi,
2- Bunların hakikatlerine vakıf olmalarına hayret edip, bundan duyduğu memnuniyetten dolayı gülmüş olması da mümkündür. Hatta Peygamber (a.s.m.) bu harfleri onlara okuması ve onların bunlardan çıkardıkları manayı reddetmemesi göz önüne alındığında ikinci ihtimal ağır basar. Buna göre Peygamber (s.a.v.) gülmesini esas almanın bir manası da kalmaz.(11)
CİFİR VE EBCED İLE YAPILAN İSTİHRAÇLAR VE GAYB:
Cifri ve ebcedi hesaplarla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan istihraç edilen işaretler, adeta Sani-i Hâkim tarafından, yerin derinliklerine yerleştirilmiş madenler gibidir. Nasıl ki hangi madenin nereye, ne miktar konulacağı ilahi meşiet ve takdire bağlı ise, bu işaretler de hangi sure ve ayetin sadefine konulacağı tamamen Allahın takdir ve meşietine bağlıdır. Bizim olmasını istediğimiz veya düşündüğümüz ayetlerde bu işaretler olmayabilir. Bunlar hiç ummadığımız bir ayetin içine dercedilmiş de olabilir. Bunlar kâinatta ilahi ve fıtri kanunlara bağlı olarak meydana gelen hadiseler gibi bir kanun halinde, yani belli sebep ve şartlar altında aynı şeylerin meydana gelmesi şeklinde olmaz. Allah dilerse bir işareti dilediği bir ayetin sadefine koyar ve onu dilediği zamanda ve şekilde inkişaf ettirir.
Bu istihraçlar ilerideki tarihlerden birini gösterse de bu mutlak manada gaybı bilmek demek değildir. Kur’an-ı Hâkim’de açıkça beyan edildiğine göre gaybı ancak Allah bilir. Fakat o varlıklara göre mutlak gayb olan kendi ilmini kimseye muttali kılmaz. Ancak elçileri içinden seçip dilediği bir elçi hariç.(12)
Görülmeyen ve bilinmeyen manasında olan “gayb”, duyguda, ilimde veya varlık âleminde hazır durumda olmayan şey demektir.
Gayb ikiye ayrılır: 1- İzafi gayb, 2- Mutlak gayb
İZAFİ GAYB: Birçok şey aslında varlık âleminde hazır olduğu halde, birbirlerine göre gayb sayılırlar. Mesela: Bir insanın kalbinde gizli olan bir şey kendisine göre gayb olmadığı halde bir başkasına göre gayb sayılır. İşte böyle olan bir şey mutlak manada bir gayb değil, izafi yani başkasına göre bir gaybdır. Aslında var olup hazır durumda olduğu için doğrudan doğruya veya işaretlerinden ve izlerinden anlaşılabilir.
MUTLAK GAYB: Allah henüz varlık sahasına çıkmayan, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayb olan şeyleri bildiği gibi, henüz varlık âlemine gelmemiş olanları da bilir. O’na göre gayb diye bir şey yoktur. Allah bütün varlıklara göre gayb olan kendi ilmini açık ve kesin olarak gösterecek şekilde kimseye açmaz. Onun için ne insan, ne melek, ne cin, ne de başka bir varlık mutlak gaybı kesin olarak bilemez. Böyle olması izafi gayba dair bazı bilgiler elde edilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle de mutlak manada gabya ait bazı şeylerin sezilebilmesine aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri çok açık ve kesin bir ilim ifade etmez. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden ilmi araştırmaların ve buluşların, delile dayanan mantıki sonuçlar çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan ileri geçmez. Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka, meydanda ve açık olmak başka şeydir.


AYET VE HADİSLERDEN KEŞİF VE İSTİHRAÇ YOLUYLA EBCED VE CİFİR İLE ELDE EDİLEN İŞARETLER:


(Hak Dini Kur’an Dili)nde Alusi Tefsirinden şu bilgiler naklediliyor. Rahman suresinin ikinci ayetinde (Alleme) fiilinin yer alması Kur’an’a ilim izafe etmektedir. Bu Kur’anın yalnız lafızlarının değil, manasının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermekte ve ancak bu farklılık arz etmektedir. Bazen işaret ve remizlerden kevni hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatim’in İbn-i Mes’uddan yaptıkları rivayete göre Kur’an’da her şeye dair ilim indirilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbn-i Abbas (r.a) demiştir ki:“Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah’ın kitabında bulurdum” (Bak: Hak Dini Kur’an Dili ilk baskı= 6/4662, sadeleştirilmiş baskı, 7/364)
Bazı âlimlerin ve velilerin ayetlerden veya hadislerden keşif ve istihraç yoluyla veya cifir ve ebcetle elde ettikleri işaretlerin içinde en çok üzerinde durdukları husus, birçok hadislerin ahir zamanda geleceğini bildirdiği Mehdi meselesi ile ilgilidir. Bunun pek çok örnekleri vardır. Ancak biz burada bir iki misal vermekle iktifa edeceğiz.
1- Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi hazretlerine nispet edilen (ve esasında Kemaleddin Kâşâni’ye ait olan) tefsirin Bakara suresinin başında deniliyor ki: Mevud= (Mukadder) olan o kitap takdir edilmiş olan her şeyi içine alan “cifir ve camia kitabı” diye işaret olunan külli bir suret ve şekildir ki,ahir zamanın hidayet bayraktarı olan zat ile beraber bulunacak ve ondan başka gerçeği olduğu gibi okuyan olmayacaktır. (cifir) = Levh-i Kaza demektir ki (akl-ı kül)dür. Yani Cenab-ı Hakk’ın ezeli hükmünün icrasını gösteren levha demektir ki kâinatta görülen umumi düzen ve ahenktir. (Camia) ise kader levhası demektir ki, bu da (nefs-i kül) dür. Yani bütün varlıkların Allahın ezeli ilminde sabit olan şekliyle kainat programıdır. Buna göre (Kitabü’l-Cifir ve’l Camia) nın manası = olmuş ve olmakta bulunan her şeyi ihtiva eden kitap demektir.(13)
2- Ruhü’l-Beyan tefsirinde: “İlahi hikmet ve inayet evvelki peygamberlerin gönderilmesini Hz. Muhammed (s.a.v) gönderilmesine, önceki semavi kitapların gönderilmesini Kur’anın indirilmesine, geçmiş ümmetlerin varlık sahasına çıkarılmasını, ümmeti Muhammedin ümmeti vasat (hayırlı, adil, mümtaz ve denge unsuru) kılınmasına bir basamak yaptığı gibi, tarihi devirler içinde gelen hükümdarları ve sultanları Osmanlı padişahlarının gelmesine bir basamak yapmıştır” mealindeki sözlerden sonra şu ifadeler yer alıyor.
“Osmanlı padişahları, padişahların gözdeleri (en çok sözü geçen ve itibar görenleri) ve devletleri de devletlerin en büyüğü ve en çok saygı duyulanıdır. Öyleki Osmanlılardan sonra Hz. Mehdi’nin ve Hz. İsa’nın ortaya çıkmasına kadar, başkaları böyle bir devlet kuramayacaktır. Osmanlılar deccalın çıktığının ilk habercisi durumunda olan saldırgan Avrupa kâfirleri ve hempaları ile savaşacaklardır… Bu devlet birbiriyle kenetlenmiş, eli her yere ulaşan, yedi iklimde, doğuda ve batıda söz sahibi olan en büyük bir devlettir. Onlardan önce hiç kimseye böyle bir devlet nasip olmamıştır. Kurucusunun adının Osman olması da buna delalet eder. Çünkü Hz. Osman (r.a) “Camiü’l-Kur’an”dır. Ve Osmanlılar “Hak” isminin de mazharıdırlar… ilh.”(14)
Dipnotlar:
(1) Bak “Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali “Mehmet Ali Ayni. Sahife 292 Amire matbaası- İstanbul 1327. Yavuz Sultan Selim Han’ın Şam’ı fethetmesiyleşifre çözülmüş ve Yavuz Selim Han Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin kabrini meydana çıkartarak üzerine güzel bir türbe yaptırmış ve yanında bir cami ile bir dergah inşa ettirerek bunlara mahsus vakıflar bırakmıştır.
(2) Bak: “Bediüzzaman Said Nursi “Lemaat” ilk sahife Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1337–1339 İstanbul , “Sözler Mecmuası “ –latin harfleriyle – Yıldız Matbaacılık ve Gazetecilik T.A.Ş 1957-Ankara, sahife: 336. Bu baskıda yukarıdaki ifadeyi açıklayan (2) numaralı mühim bir dipnot da vardır. Buna göre Bediüzzaman Hazretleri 1379 hicri yılı Ramazan ayının 25–26 (miladi 1960 yılının 23–24 Mart) gecesi Urfa’da, ruhunu Rahman’a teslim ederek verdiği bu haberin doğruluğunu vefatıyla imzalamıştır.
(3) Bak: “Lemaat” son sahife (Tarihçe-i Hayatın Zeyli) Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1337–1339 İstanbul
(4) Rafz= Terk etmek kökünden gelen bu kelime Şiilerin bir koluna verilen bir isimdir. Bunlar önceleri Zeynel Abidin hazretlerine tabi oldukları halde sonradan meşru olmayan bazı sebeplerle ondan ayrıldıklarından bu ismi almışlardır.
(5) Bak: Saadettin Ömer Taftezani’nin Akaid Şerhi ve Haşiyesi, (Ramazan Efendi, sy./113.) ve (Feyzü’l-Kadir Şerhü’l Camiü’s-Sağir. El Manevi) 393/6, Hadis numarası, 9758.
(6) Müteşabih: Usul-ü fıkha göre, kendilerinden kastedilen mananın bilinme ümidi kalmayan lafz demektir. Ve bunlar iki kısımdır:


1. Mukattaa hurufları gibi kendilerinden hiçbir şey anlaşılamayan lafızlardır.
2. Manası akla aykırı olduğundan bu mananın murat edilmesi imkânsız olan lafızlardır. (Tâhâ/5) de geçen (istevi) ve (Fetih/10) da geçen “Yedullah” gibi. Bunlara “müteşabihü’l-maani” adı verilir. Çünkü Cenab-ı Hak arş üzerine istiva etti, denilince zaman, mekân ve keyfiyetten münezzeh olan Allaha bir cisim isnad edilmiş olduğu gibi, “Allah’ın eli” denildiği zaman da yine aynı şey yapılmış olur ki bu mümkün değildir. Müteşabihlerin hükmü: o lafızların hak olduğuna inanmak ve bu husustaki iki mezhepten birisi olan selefe göre bunları te’vilden kaçınmaktır, halefin mezhebine göre, bunları akla şeriatın zahirine göre te’vil etmek caizdir.
(7) “Rum” kelimesi aslında Romalılara verilmiş bir isim iken, Roma’nın ikiye ayrılmasıyla bu isim yalnız Bizanslılar için daha sonra bu ad sadece Anadolu için kullanılmıştır. (Mollay-ı Rum) (Celaleddin-i Rumi) buna iki örnektir.
(8) (Bak: İsmail Hakkı Bursavi Ruhu’l-Beyan 3/504, Amine Matbaası-İstanbul)
(9) Bak: Mefatihü’l-Gayb Fahreddin Razi, 1/231, El İtkan-Suyuti, 2/10, 11.
(10) Bak: Envarü’l-Tenzil ve Esrarü’l-Te’vil (Kadı Beyzavi Tefsiri) 1/17.
(11) (Şehzade 1/68 Sultaniye Matbaası 1282-İstanbul
(13) Bak: Tefsir-i Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn-i Arabi Sy./24-25 1317.
(14) İsmail Hakkı Bursavi, age http://www.cevaplar.org


kaynak:http://gizemliilimler.blogspot.com

1 yorum:

ismail can şahin dedi ki...

Değerli Kardeşlerim,

Bu harflerin elbette çok farklı manaları ve içerikleri olabilir.
Allah (C.C) manasının bilinmesini istemediği, murat etmediği bir şeyi Kur'an'a koymaz.
Bu anlamsızdır.
Allah (C.C), "anlamsızlıklardan münezzehtir".

BU MANALARDAN BİRİSİNE CENAB-I ALLAH (C.C) MATEMATİK OLARAK ULAŞMAYI ÇOK ŞÜKÜR NASİP ETTİ...

Koordinat Eksenli çalışma "Bu harfler neden kullanılmıştır?" sorusunun cevaplarından sadece biridir.
Diğer anlamları varsa Allah (C.C) inşaalah zaman içerisinde o anlamları da farketmeyi ve açıklamayı müminlere nasip eder.

MUKATAA HARFLİ SURELERİN KOORDİNAT SİSTEMİNE KONUMLANDIRILMASI ÇALIŞMASI

Mukataa Harfli Surelerin "Mushaf sırasına göre" ve "Nüzul sırasına göre" Koordinata konumlandırılması neticesinde aşağıdaki grafikler ortaya çıkmıştır.

"Mushaf sırasına göre" yapılan çalışmada çok net şekilde "Allah" Lafzı ortaya çıkmıştır.

Konuyla ilgili tüm açıklamaları ve detayları görebileceğiniz adresler aşağıdadır.


http://mukattaa.blogspot.com/
http://secde-ayetleri-prostration-verses.blogspot.com/


Önemli diğer nokta ise şudur.
"Nüzul sırası ile yapılan çalışmada "ALLAH" Lafzı çıkmamaktadır."

ACABA NEDEN?
BU SORUNUN CEVABI GRAFİK ÇALIŞMASININ SEBEBİ VE ÇIKIŞ NOKTASINDADIR.

GRAFİK ÇALIŞMALARININ SEBEBİ VE ÇIKIŞ NOKTASI
1.) Kur’an-ı Kerim’deki 114 sureden 29’unun ilk ayetleri çeşitli Arapça harflerle başlar. “Elif Lam Mim, Ya Sin, Ha Mim” gibi… Bu harflerin ne anlama geldiğini yalnızca Yüce Allah (C.C.) biliyor.

2.) Kur’an-ı Kerim, iniş (nüzul) sırasına göre sıralanmamıştır. Yüce Allah’ın (C.C) emriyle vahyin hemen akabinde, Cebrail (A.S) tarafından ayetlerin ve surelerin yerleri tek tek belirtilmek suretiyle “farklı şekilde tertip edilmiştir”.

Şu an elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim bu “Tertip üzerinedir”.
----
1.) Sure başlarında “Mukataa harflerinin” kullanılması ve
2.) Kur’an tertibinin, sure ve ayetleriyle vahiy esnasında “yeniden yapılması”, “Sıradan, anlamsız ve dikkate alınmaması gereken” bir işlem midir, yoksa “Bilinçli” olarak mı yapılmıştır?

Koordinat Ekseninde yapılan Grafik çalışmasının amacı, bu çok önemli ve sebebi merak konusu olan 2 soruya (şayet “Bilinçli” bir eylemse), Matematik boyutta “Görsel” bir yanıtın olup olmadığıdır.

Grafik çalışması, “mukayese ve değerlendirmelerin” en sağlıklı şekilde yapılabilmesi için iki türlü yapılmıştır.

1. Elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim’deki surelerin sıralamasına göre,
2. Surelerin vahiy, (iniş, nüzul) sırasına göre,

Bir konuyu önemle vurgulamak ihtiyacını hissediyoruz:

Koordinat Düzleminde yapılan çalışmalar neticesinde ortaya çıkan sonuçların, “Görünen sonuçlar” olduğu sizlerin de malumudur.
Bu çalışmalarda “Toplama, Çarpma, Bölme ve Çıkarma” işlemleri yoktur.

Ortaya çıkan “Grafik” neyse sonuç O’dur.

Allah'a emanet olun...

Mü'min Kardeşiniz.

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Bluehost Coupons